"ERTEYE KALAN ARKAYA KALIR"

Yazmayı erteledikçe arkada kaldım. Çok arkada, epey arkada. Düştüm, kalktım, çalıştım, yoruldum, üşendim, haydan geldim huya gittim. Hayat aktı geçti. Keşke, yurttan sesler kadınlar korosu gibi şen şakrak aksaydı, pek öyle olmadı. Daha çok, halay başı Mahmut Tuncer'in kliplerine benziyordu hayat; karmakarışık. Mahmut Tuncer'in Ankara türküsünü bilir misiniz? Ankara'da deniz baş roldedir, araba Çorum plakalıdır, üzerine giydiği polis üniformasında İstanbul yazar. Melih Gökçek'ten sonra Ankara'ya yapılan en büyük zulüm bu kliptir.😋

Dobarladım, karışıklığı kırışıklığı düzelttim, düzenledim. Ellerimi ovuşturdum, tırnaklarımı cilaladım, üzerimdeki miskinliği attım, yazmaya koyuldum. Seni iplemeyen, olduğu yerde beklemeyen hayatın peşinden mecbur koşacaksın. Kaçıp gitmesine izin vermeden yakalayacaksın. Hayatın acayip bir döngüsü var, elini uzatınca yakalayacağını hissediyorsun. O zaman uzat elini, yakala.

Böyle blogculuk mu olur! Yazamıyorsan heveslenme! Bu kadar ara olur mu? Çırak olsan ustan ensene patlatır. Anan baban evlatlıktan reddeder. Arkadaşın mesafe koyar, sevenin soğur senden. İş ki ben kendimden soğumayayım, pata küte girişmeyeyim sağıma soluma. İşte buradayım, blogumun peşindeyim. Hayırlara vesile olsun! 

Memleketin moralsiz ahvali mi, uzun süren pandemi mi, yağdıkça yağan kar mı, değişken moral ve motivasyonum mu, yazmamak için birçok nedenim vardı. Sadece bloga değil, sanki hayata bile uzun bir ara vermem gerekiyormuş gibi hissediyordum. Kırdım zinciri, halkaları ekledim birbirine, yeniden tutundum yazmaya.

Yazmayı boşlamış olabilirim; çok okudum, çok seyrettim, sahneye çıktım, oyunlarımı oynadım, en önemlisi de, 22 yıl sonra oturduğum evden taşındım. Hüzünlü bir süreçti benim için, insan, sokağına, apartmanın kapı numarasına bile bağlanıyormuş. Hayatım bambaşka bir şekle büründü, buna da alışacağım. İnsan nelere alışmıyor ki; yeter ki kıvamı bozulmasın hayatın.

Mega şehrin mega dertleri birikince kitapların ancak kapağına bakıyoruz, yapmayalım. Derde deva birkaç şahane kitap tanıtmak istiyorum sizin için. Öyle kitaplar ki, yazmasam küserler, iki kelam etmesem sırt çevirirler, övmesem gönül koyarlar. Kitap eleştirmeni olsam, didik didik didiklerim, kurye olsam şifa niyetine her okurun kapısına bırakırım. 

Okuduğum bütün roman karakterlerini masaya yatırıp, organlarını tek tek inceledikten sonra, şefkatle yerlerinden kaldırıp, nezaketimi bozmadan, haydi güle güle, kitap severler sizi bekliyor diyerek yolcu edeceğim bugün. Adrese teslim ediyorum, bugünden itibaren size emanet. Belki içinizden birinin canı çeker, okumak ister. Her okur, benim sevdiğim kitabı sevmeyebilir, herkes benim gibi düşünmeyebilir, kimi de okuduktan sonra üzerinde tepinmek isteyebilir. Yapmayın, kıymayın; sevilesi, mahzun, hüzünlü insanlar yaşıyor içlerinde; sadece sevilmek ve tanınmak istiyorlar. İçlerindeki cevheri fark edelim, önlerine siper olalım.


                                        

İlk kez bir Ayfer Tunç romanı okudum. OSMAN. Ne aptalım, niye bu kadar gecikmişim! Geç olsun güç olmasın, bundan böyle peşindeyim artık, diğer kitaplarını da aldım, baş ucuma koydum. 

Ayfer Tunç, Osman'ın hayatının bittiği yerden başlamış romana. Osman'ın sonunu getiren olay örgüsünü, bir gazeteci gibi soru cevapla sürdürmüş, Osman'ın hayat hikayesini adım adım takip etmiş. Farklı bir kurmaca teknik kullanmış, ama zorlamıyor, su gibi akıp gidiyor. Benden önce okuyanlar hep böyle yazdığını söylemiş. Bu teknik, sanılanın aksine okuru zorlamıyor, hatta iştahlandırıyor, okudukça elinden bırakamıyorsun.

İnsan düşer, düştüğünde kalkamaz, kaza geçirir, kurban olur, en zayıf yerinden vurulur. Osman, hep en zayıf yerinden vuruluyor! Bencilliği ile boğuşuyor, hayatı ferah feza yaşadığını sanırken aslında hayata yeniliyor. Arkasında kocaman soru işaretleri bırakarak veda ediyor bize. Ben, uzun bir süre, Nişantaşı'nda Osman'ın oturduğu apartmanı aradım, bir hayalin peşinde sürüklendim. 

Sadece Osman'la, Nişantaşı veda etmiyor bize; surlar içinde unutulmuş, tuhaf, Zengüle Hacı mahallesinin, umutsuz insanları da veda ediyor. Üzerine günlerce lapa lapa yağan karın altından zorlukla çıkarıyorlar başlarını, ağızlarını oynatıyorlar, dudakları mühürlü, konuşamıyorlar. Onlar da susuyor, susarak bağırıyorlar, gürültümüzden duyamıyoruz hiçbirini. 

MİNARE GÖLGESİ, Engin Ergönültaş'ın ilk ve tek kitabı. Yoksulluğun mütemmim cüzü. ( *Bir bütünün vazgeçilmez, tamamlayıcı parçası.) Hitchcook'un Arka Pencere filmini hayal edersen katlanabilirsin ancak minarenin şerefesinde yaşayan çocuğun kederine. Kitaptaki tasvirler, betimlemeler çok etkileyici. Karın, rüzgarın, tozun, bulanıklığın içinde kalıyorsun, dışarı çıkma umudun azalıyor. Öylesine içine alıyor ki kitap insanı, sokağa çıktığında, kar altında kalmışsın gibi hissediyorsun. Ayaz üşümesine tutuluyor insan! Oysa ki yaz, güneş tepenin arkasında yavaşça kayboluyor, tuhaf bir şekilde, karla karışık yağmur yağacak az sonra, minarenin şerefesinde kendine ait küçük bir oda yaratmış çocuğun yanına sığınacaksın. 

Yazar Engin Ergönültaş, çizgi romancı. Mikrop ve Pişmiş Kelle mizah dergilerinde yöneticilik yapmış. Çizimlerini Mikrop'tan hatırlıyorum, Pişmiş Kelle'yi okumadım. Gariban hikayelerindeki gerilimi zirveye taşıdığı yerde keser devamını haftaya bırakırmış. Öyle demişler, ben söyleyenin yalancısıyım! Bir başkası da "Türkiye'nin yedi harikasından biri" olduğunu söylemiş. Diğer altı harika şeyin ne olduğunu bilmediğim için, şimdilik bu harika insanın yazdığı şahane kitapla idare edeceğim. 



Hüzünlü, iç acıtan, güzel kitaplar. 👏

Cem Davran, " En büyük cesaret, iyi kalabilme çabasıdır" ilkesiyle çıkmış yola, "PALYAÇO'nun GÜNLÜĞÜ" kitabını yazmış. Sürprizli bir kitap oldu, beklemiyordum, elimden bırakamadım. Kasımpaşa benim için bir semt adıydı, Cem Davran için hayatın ta kendisi. Orada yaşayan insanları tanımıyordum, ben o karakterleri yazan Cem'i tanıyordum. O karakterleri yazan Cem'i izlemiştim, izliyordum. Oyunculuk becerisini bile aşan yazma becerisi beni şaşırttı. Bir meslektaşımın bu kadar yetkin bir dile sahip olmasından ayrıca gururlandım. İtiraf edeyim, bunca yıldır yazan biri olarak, cümle cümle kıskandım kendini. 

Küçükken, küçük küçük aldığı notlarla büyümüş, o büyüdükçe sözcükleri olgunlaşmış, serpilmiş, güzelleşmiş. Eskiye ait hoşgörüyü, tahammülü, artık olmayan tiyatroları, o tiyatroların kulislerini, sahne şakalarını, Beyoğlu'nu, Kasımpaşa'yı yazmış. Sobalı evlerdeki neşeye hüzünlenir mi insan, oluyor bazen. Eskiye dair ne varsa hüzünlendiriyor eskiye takılı kalanları. Daha çok yaz Cem, daha çok okuyalım kitaplarını.







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir." M. Kemal Atatürk

"Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor.."